Kilis Gezisi İzlenimleri
M. Demirel Babacanoğlu Yazdı
Geçmişten Bir Anı:
I
Otobüsümüz durmuştu, “Burası Alman pınarı” dediler. Tümümüz indik. Güzel bir yer. Yolcu gereçlerini yanıtlayan bir lokantası var. Birer çorba içtik. Biraz fiyatlı ama ederdi. Temizdi, masalar, tabaklar, kaşıklar.
Dışarı çıktık; şöylece bir çevreye bakındım. Lokantanın kapısı üstünde iki dörtlük şiir(!) asılı, gel buna şiir demeyelim de ya ne diyelim, derken “saçmalık” demeyi daha uygun bulduk.
Çirkin denmeyecek bir yazıyla yazılmış, çerçevesi şöyle böyle iyi sayılırdı. Usumda kalan iki dizesini yazayım bakalım bir şey anlayacak mısınız?
“Akından kevser Yaradan aşkına
Çeşme-i nur tevhid-i şehidan aşkına”
Ben anlamadım, Arkadaşlarım da anlamadı. Pel pel baktılar. Oysa kaç kez rastlamışlardı Divan Edebiyatı’nda böylesi anlaşılmaz sözcüklere. Bir de anlayan bulunsun diyelim, kaç kişi çıkar?!
Ne vardı, bunu yazan Türkçesini yazsaydı da tamamız anlasaydık, bu saçmalığın sözcüklerini. Yo olmaz böyle bir şey. Bir bakıma yüksek sanatçılık kendilerince bu. Türkçe yazarsa eli kırılır, dili kopar belki.
İşte, dilimizin benliğinden, içtenliğinden, özgünlüğünden sıyrılıp, gerek bilerek, gerek bilmeyerek yabancı dillerin kurallarıyla sözcüklerini bilinçsizce dilimize karıştırmak isteyenler var…
II
Yurt sorunlarını ansıyan Öğretmenlik Marşını söylüyorduk, her gördüğümüz topluluklar arasından geçerken. Bir bakıma gösteriş oluyordu. Olsundu. Dağlara, taşlara dinletecek değildik ya?…
Türkülerimiz vardı. Onları söylüyorduk dağlardan, taşlardan geçerken… Neşeliydik, özgürdük türkülerimizin çağrılarında. Sıra öğretmenlerimize geldi. Sağ olsunlar kırmadılar bizi. Söylediler dillerinden geldiğince…
Yollar keskin kıvrıntılıydı. Korkar gibi oldum, irkildim. Arkadaşım işin ayırtısına varınca “sen yol görmemişsin” diyerek beni uyardı. Evet öyleydi. Buna şükürdü. Bundan kötü yollarımız da vardı. Ne yapalım!? Ne zaman çalışır, çabalarsak; ne zaman Uygar uluslar dengine çıkarsak, o zaman bizim de özgün yollarımız olur.
III
Gaziantep göründü, “Kavaklığı ünlü” dediler, öyleymiş. Dönüşte uğradık. Halk tüm oraydı. Gurup guruptu. Söyleşilerini, konuşmalarını yapıyorlardı, eğleniyorlardı. Haklarıydı eğlenmek. Doğaldı bu. Kimse bir şey diyemezdi. Oysa denecek bir şey vardı.
O da uygar giyinişlerin yanında peçeli, çarşaflı kadınlar yer alıyordu. Şaşılacak şeydi doğrusu, nasıl anlaşıyorlardı, nasıl geçiniyorlardı bu zıtlıklarla…
Kiliseden dönme bir yapının merdivenlerindeydik. –burası Gaziantep İlköğretmen Okulu’ydu. Öğrenci başkanı yanımıza yaklaşarak “şuralıktan çıkalım” dedi. Sanıyorum, bilinçsiz çıkmıştı bu söz dudaklarından. Ayırtısına varsaydı söyler miydi?
Dursun’la kitaplıkta tanıştık. “İşte böyle bizim okul” dedi. Haklıydı yakınmasında. Kitaplıkları sanat dergilerinden, çeşitli kitaplardan yoksundu, her nedense… Üstelik dardı da. Bizim “Ocak” gazetesi de varmamış.
Bir duvar günceleri vardı. Oysa beğenmedim. Çünki okuyamadım. Yazılar daktilo değildi de ondan. Belki de iyi yazılar vardı. Kim bilir! Her nedense arkadaşlar soğuk geldi bana? Dursun’a soracaktım nedenini. Sonra caydım.
Dursun’la çarşıya çıktık. Kentin konutları eskiydi. Bir düzensizlik görülüyordu çoğunlukla. “Karşıyaka işte” dedi. İçini gör(e)medim ama bir yenilik sezinleniyordu.
Biz şurayı burayı dolaşım derken otobüsü de kaçırdık. Başka bir otobüse atladım. Yolda lastik patladı. Epeyce kalacağım dedim. Umduğum gibi olmadı. Yedek lastik varmış takıverdiler.
IV
Kent içi otobüsü Kilis Kız İlköğretmen Okulu kapısı önünde durdu. İndim şöyle çevreyi gözledim. Arkadaşlar geziyorlardı. İlerledim, Cahit Ali Osman yanıma geldi, birlikte okula çıktık. Kız arkadaşları mutlu gördüm. Güleçtiler, neşeliydiler, sıcaktılar… Bir kız arkadaş yaklaştı yanımıza, diğerleri ğibi o da “hoş geldiniz” dedi. Hoş bulduk dedim. Arkadaşım, sınıflara götürdü. İlkin şaşırdım.
-Burası resim atölyesi mi? dedim.
-Yok burası sınıf dedi.
Resim atölyesiydi sanki… Her masada resim araçları çalışmalar vardı. İşte beni şaşırtan şey buydu!
Yayın odasındaydık. Hayat dergisinden kesilmiş, paspartulanmış değerli tablolar asılıydı. Salt; gözlerimi üzerine çeken tabloların yapımcılarının adları yoktu. Kesilmişti. –Tabloyu kesip alırken yapımcıların adları tablo dışı edilmiş- Ne vardı ki kendileri de güzelce yazabilirlerdi. Yazmamışlardı her nedense? Arkadaşıma sordum, unutabileceklerini söyledi. Her neyse, unutmak da bir eksiklik değil miydi?…
Oyun odalarına da gittik. Bir oyun alıştırması yapılıyordu. Bizi görünce durdular. “Sanırsam engelledik oyununuzu”, dedim. Gülümsediler. Kendileri hazırlamışlar. Gözetici öğretmenleri ilgileneceklermiş, bir şeye benzeyince. Gösteriş değilse benzerdi. Erkek rollerini de kendileri yapıyorlarmış. İyi bir çaba bu.
Bir su içimince gezebilmiştik anca. Nedenini bilmediğim erkenlikle otobüs kalkıyordu. İkinci bir kez daha kaçırmayım diye ivedilikle yürüdüm. Öyle ki arkadaşıma sağol demeyi bile az daha unutuyordum. (*)
(*) Düziçi İlköğetmen Okulu üçüncü sınıftayken(1961-62) katıldığımız bir gezi. O yıllarda yazdığım bu yazı, Erkin duvar gazetemizde yayınlanmıştır. O yıllardan elimde kalan bir tek yazı bu… Olduğu gibi geçtim. (Ocak 2021, Adana)
*****