Doğum Yıldönümünde Nazım’ı Anmak
M. Demirel Babacanoğlu Yazdı
Nazım 15 Ocak 1902’de doğmuştu, 03 Haziran 1963’te yaşamdan ayrılmıştı. Ülkemizin ve dünyamızın büyük şairi Nazım’ın gömütü yad ellerde kaldı. Doğum yıldönümünde sevgiyle, saygıyla anıyoruz.
Onun şiirleriyle geç tanışan biriyim. Ancak öğretmen olduktan sonra tanışabildim. Bizim gençlik yıllarımızda O’nun adını anmak, kitabını okumak bir korkusuzluktu. Çünkü O’nun kitapları her yerde satılamaz, her kitapçıda bulunamazdı. Bulunan kitapçılarda ise bir tanıdık aracılığıyla alınabilirdi; ya da kitapçı size güveniyorsa tezgah altından satabilirdi size.
27 Mayıs devriminden sonra Nazım adı her yerde duyulur oldu. Yön, Ant, May dergileri şiirlerini yayınladılar. Ben ilk kez bu dergilerden okudum. Nazım’ın şiirlerini ilk olarak da Vâlâ Nureddin’in yazdığı “Bu Dünyadan Nazım Geçti” adlı kitabı aldım; Nazım’ı, derli toplu olarak bu kitaptan okudum.
Bolu’nun bir köyünde öğretmendim. Küçük bir el radyom vardı. O’nu hiç yanımdan eksik etmezdim. Türkçe izlekleri dinlerdim. Bir gün Sofya radyosundan “Bahri Hazer” adlı şiiri kendi sesinden dinledim. Çok etkilenmiştim. İlk kez kararlı, tok, güzel bir sesle şiir dinliyordum. Daha önce de güzel okunan şiirler dinlemiştim, ama bu başka bir olaydı; şiirin özü ve sesi insanı alıp götürüyordu. “çıkıyor kayık/iniyor kayık” dedikçe Hazar Denizi karşımda canlanıyor, bir tablo gibi duruyordu.
Nazım’ı böyle sevmeye, böyle öğrenmeye başlamıştım. Şiirlerime büyük etkisi oldu. Benim şiirimin iki ustası vardır. Biri Karacaoğlan, biri Nazım. İkisi arasında büyük benzerlikler bulurum. İkisi de sevginin, insanın, yaşamın şairidir. Gerçekçidirler. Biri “iğneden ipliğe sorulur bir gün…” der, diğeri: “Ben yanmasam, sen yanmasan, karanlıklar nasıl çıkar aydınlığa…” der. Birileri yanacak, pişecek, insanlar haksızlığa uğramaktan kurtulacak! Birilerinin haksızlıkları iğneden ipliğe sorulacak…
Biri “Ak göğsüm üstünde, çakır dikeni bitmeyince gönül yârdan ayrılmaz…” der, diğeri; “Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin/ yorulmuşsundur./ Nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını…” der. Biri “Elif, Hatça” sever, biri “Nüzhet”, biri “Ayşe” sever, biri “Anuşka”, biri “Fatma” sever, biri “Sabiha, Azize, Semiha, Piraye, Müneevver, Dr. Galina, Vera…”
O’nun “Kuvayi Milliye” destanını okuduğumda da çok etkilenmiş, büyülenmiştim. Türkiye halkının emperyalizme karşı verdiği savaş ancak bu kadar etkileyici anlatılabilirdi. Bu destanda ayrımsız, kadınlı erkekli herkes vardı. Onlar, yeter gayrı demişler ayağa kalkmışlardı.
“Onlar ki toprakta karınca/ suda balık/ havada kuş kadar/ çoktular/ korkak/ cesur/ cahil/ hakim/ diler.”
Ve korkusuzdular.
“Antepliler silahşör olur/uçan turnayı gözünden/kaçan tavşanı art ayağından vururlar” …
Gerçekten de Antepliler Fransızlara karşı zorlu savaş vermişlerdir.
Halk “ateşi ve ihaneti” görmüştü.
Karşılığı verilmeliydi.
“Kabul olunmaz manda ve himaye”
“Ya istiklal ya ölüm” denildi Sivas’ta.
“Türk köylüsü israfil surunu urdu mahlukat yerinden kalktı, dağları yırtıp ayırdı,” düşmanı övendiresiyle kovdu.
Bu destanda yer alan kadınlarımız betimlemesi de;
“Korkunç ve mübarek elleri./ İnce küçük çeneleri, kocaman gözleriyle/ anamız, avradımız, yârimiz/ ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen/ve sofranızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”(…)
diye betimlenmiştir Nazım’ca. 24 Ocak 2021, Adana
*****