Eşek Arısı Oyunu – Öykü
M. Demirel Babacanoğlu Yazdı
Köyün ortasında Veli Dayı‘nın evi vardı. Evin duvarları kaba saba taşlardan yapılmış, üzeri toprak damlıydı. Burada, Veli Dayı, karısı ve çocukları yaşardı. İkisi de kara kuru, çelimsiz güçsüzdüler.
Veli Dayı‘nın bir karış toprağı yoktu. Yalnızca bir atı vardı. Buna at da denemezdi. Yük beygiriydi. Veli Dayı‘nın tek geçim kaynağı bu attı. Köylünün yükünü çeker, harmanını sürer, geçimini sağlardı. Karısı da yazın koza çapalamaya, güzün pamuk toplamaya giderdi.
O yaz iş yoğundu. Herkes işinde gücündeydi. Köyde yalnızca çocuklar vardı. Onlar da günün belli saatlerinde bir araya gelirler, kovalamaç, birdirbir, dokuz taş… gibi oyunlar oynarlardı.
Eli işe yeten, gücü olan sabahleyin erkenden pamuk çapalamaya giderlerdi. Akşama doğru da dönerlerdi. Geceyi evlerinde geçirirlerdi.
Hava sıcaktı, güneş ikindiyi geçmiş, batıya doğru gidiyordu. Çocuklarsa oraya buraya koşarak iyice yorulmuşlardı. Veli Dayı‘nın evinin gölgesinde oturdular. Kimi terini siliyor, kimi yeni oyun çeşidi düşünüyordu.
Kara Muza hemen ayağa kalktı. Elini kolunu sallayarak, arkadaşlarını uyardı. İki kümeye ayırdı onları.
“Bakın” dedi, “Şimdi oyunun biçimini değiştiriyoruz. Başka türde bir oyun oynayacağız. Bu oyun biraz tehlikeli ama, dikkat edilirse başınıza hiçbir şey gelmez; çok zevkli bir oyun…”
Kümedeki çocuklar iyice coştular:
“Ne oyunu, ne oyunu” diye bağırdılar.
Kara Muza:
“Eşekarılarını taşlayacağız. Siz hele taşı toplayın. Yığın şuraya. Taş toplayıcılar taş getirsin. Taş atıcılar şuraya dursun. Ben de, eşekarısı deliğini bizleyeceğim. Bak bu iş çok tehlikeli. Delikten çıkan arıları iyi kollamak gerek . birkaç tanesi, baştan, yüzden sokuverirse; zehirlenip, gümbürtüye gidersiniz” dedi.
Çocuklar yine coştular.
“Anlaşıldı, anlaşıldı, eşekarısı oyunu” dediler.
“Evet”dedi Kara Muza, “eşekarısı oyunu oynayacağız. Şimdi hepiniz, eşekarısıyla oynamaya hazır mıyız?”
Çoğu :
“Hazırızzzzz!” diye bağırdılar.
Birkaç çocuk da, eşekarılarından korkup kaçtılar. Eşekarısıyla oynayacak çocuklar; oyuna katılmayıp kaçanları kınadılar.
“Heyyyy!” “Huy” “Aiiiii” diyerek hayladılar. Yumruklarını ağızlarına düdük yapıp zılgıt çektiler…
Kümeler hemen işe koyuldular. Yuvarlak, düzgün, mermi gibi ileri atılabilen çakıl taşları getirdiler; atış çizgisine yığdılar… yerlerini aldılar, atış durumuna geçtiler.
O yıl nasıl oldu bilinmez; her evin duvarında eşekarısı yuvası vardı. Eşekarıları, baş parmağın bir boğumu büyüklüğünde, kırmızı kanatlı, kırmızı gövdeliydiler. Kuyruk sokumunda kocaman siyah, keskin, delici bir iğnesi vardı. Zehirliydi. Soktuğu zaman çok ağrı, sızı verirdi.
Bu korkunç eşek arıları; bağlarda bahçelerde bulunan ballı incirleri, üzümleri pek severlerdi. Bal arılarınınsa düşmanıydılar. Nerede bal kovanı görseler; hemen oraya üşüşürler, bal arılarını boğarak öldürürler, kovanın içine girerler; arıların bin bir çiçeğe konarak, bin bir emek vererek topladığı bal özünü oburca yutarlardı.
Köylü de bu arılardan bıkmıştı ama, onları yok etmenin bir türlü çaresini bulamıyorlardı. Daha da çok balcılar bu arılara kızıyorlardı. Şehirden getirdikleri DTT tozunu, bir kargı/kalışın içine koyup, eşekarıları geceleri uykuya varınca, deliğine üflüyorlardı. Sabaha çoğu ölüyordu. Ama yine de kökünü kazımak olası değildi.
Bu arılardan bir küme, Veli Dayı‘nın evinin, kapıya yakın duvarının içine, taşların arasına yuva yapmıştı. Çocuklar burayı taşlamak için uygun buldular. Buradan hem taşlanabilir, hem kaçılabilir, hem arıları yıldırılabilerdi.
Kara Muza:
“Tam da aradığım bir arı yuvası bu” dedi. “Şimdi hiç kimse yaklaşmasın. Şu elimde gördüğünüz kargıyla, arının deliğini bizleyeceğim. Ben size taşla demeyince taş atmayacaksınız”
Çocuklar:
“Tamam” dediler.
Kara Muza, elindeki kargıyla arının deliğine yavaşça yaklaştı. Tam denk getirip deliğe soktu kargıyı, ileri geri çekip sokarak bizledi. Arılar neye uğradıklarını bilemediler. Hemen deliğin ağzına çıktılar. Kara Muza yoktu. kaçmış, geriden seyrediyordu arıları.
Arılar yuvalarının önünde bir iki dolandılar. Çevreyi denetlediler. Kimseyi göremeyince, yine çalışmalarını sürdürmeye başladılar. Vın vın ötüyorlar, caz cuz ediyorlardı.
Bu kez Kara Muza, “Durun arkadaşlar!” dedi.“Bu arılara öyle bir oyun edeceğim ki, akılları başlarından gidecek…” Arkadaşları “Haydi Kara Muza, haydi. En kocaman Muza, bizim Muza, başka kocaman Muza yok! Ne arı dinler, ne marı!” diye bağırdılar. Muza’ya gıv verdiler.
Kara Muza aldığı bu güçle, büyük kahramanlar tavrıyla, elindeki kargısıyla, eşekarılarının deliğine yaklaştı. Kargıyı, arının deliğine bir girdirdi ki sormayın. Gerçekten de eşekarılarının aklı başından gitti. Neye uğradıklarını bilemediler. Arka, arkasına delikten dışarı çıktılar. Kendileri için oluşan tehlikeyi kavradılar ama, tehlikeyi kim yaratıyordu, onu göremediler. Bekçi arılar deliğin ağzında geniş önlemler aldılar. Haberci arılar da, gidip komşu arılara tehlikede olduklarını bildirdiler. Az sonra, komşu arıların savaşçıları geldiler. Hazırlanan savunma çizgilerine göre görev aldılar. Tehlikeyi yaratan kimlerse, hemen zehirli iğnelerini kullanmaktan çekinmeyeceklerdi…
Çocuklar yeterince arıları kızdırdıklarının ayrımına vardılar. Kara Muza “fırsat bu fırsat” diyerek, arkadaşlarına, taş atma buyruğunu verdi. On kadar, keskin nişancı, ellerine aldıkları çakıl taşlarını, eşekarılarının deliğine doğru bütün güçleriyle fırlattılar. Her on taşta, hiç değilse üç beş tanesi tam vuruş olarak, deliğe ulaşıyordu. Arılar iyice şaşırmışlardı. Hemen toplandılar, birlik oldular. Çemberi iyice genişlettiler. Çevreye yayıldılar. Tehlike yaratanları didik didik aradılar. Onları nerede bulsalar cezalarını vereceklerdi!
Çocuklar, arıların oluşturduğu savaş hatlarını geriye çektiler. Uzaklaştılar. Eşekarılarının ivecenliğini, kızgınlığını uzak noktalardan seyretmeye başladılar.
Eşekarıları evin çevresine, yöresine dağıldılar. Evin yakınından kim geçerse, hemen onları yakalayıp sokuyorlardı. O yüzden oralara yaklaşan olmuyordu.
Çocuklar bu olayı zevkle, iştahla seyrederken, Kara Muza‘nın göklere çıkan sesi duyuldu. Kara Muza‘yı eşekarısı, komşu evlerden birinin samanlığına dayalı olan merdivenin altında küçük çişini yaparken yakalamış, organından sokmuştu. Kara Muza bağırıyordu. “Yandım, öldüm, gittim!”
Eşekarısı taşlayıcılarından birkaç kişi koşarak Kara Muza‘yı aldılar, evine doğru götürdüler. “Sen öndersin, ne işin var orada? Daha uzak bir yerde çişini yapsaydın ya!” diyorlardı.
Nerdeyse, anası duymuş gelmiş, Kara Muza‘ya sahip çıkmıştı. Onu eve götürdü. Kırmızı, olgun domateslerden birini bıçakla ortadan ikiye ayırdı; iyileştirici suyunu, oğlunun organına sürdü. Çok geçmeden acı dindi. Kara Muza rahatladı…
Akşam oluyordu. Çocuklar eşekarılarının savunma hatlarının dışındaydılar. Eşekarılarının devinmelerini, olup bitenleri seyrediyorlardı.
Veli Dayı, karısı Fatma Teyze ve çocukları da işlerinden eve dönüyordu. Eve geldiklerinde, eşekarılarının; evlerini dört bir yandan sardığını gördüler. Bu durumda eve girmenin olanağı yoktu. bir adım bile yaklaşamadılar. Savunma çizgisinin dışında duran çocuklar gülüyorlardı. “Kesinlikle arıları bu çocuklar püskürtmüştür” diye düşündüler.
Fatma Teyze çocukların üzerine yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Çocuklar bu devinimin ayrımına vardılar. Yakalansalar, Fatma Teyze çiğ çiğ yiyebilirdi onları. Hemen kaçtılar oradan. Daha uzak bir yerde durdular; oradan baktılar gelişen olaylara.
Fatma Teyze:
“Hınzırlarrrr! Nereye gidiyorsunuz, kaçmayınnnn” diye bağırdı. Ama onlar dinlemediler; bulundukları yerden kıs kıs güldüler. Nanik yaptılar Fatma Teyze’ye
“Yanlarınız kararsınnnnn! Sabaha ölünüz çıkar inşallahhhh”
Fatma Teyze çocukların arkasından bir daha koştu. Onları bir yakalarsa hesabını görecekti.
“Ne terbiyesiz çocuklarrrrr! Hiç mi size anneniz babanız bir şey demiyor?”
Çocuklardan bazıları yaptıkları yanlış davranıştan dolayı üzülüyorlardı. “Keşke yapmasaydık. Fatma Teyze’yi de zor duruma düşürdük. Bir daha böyle şeylere girişmeyelim” dediler birbirlerine.
Fatma Teyze‘nin sinirleri geçmiş değildi. Yüksek damlardan birinin başına çıktı. İlenmesini sürdürdü.
“Hınzırlarrrr! Hınzır çocuklarıııııı! Size terbiye vermez mi ananız, babanız? Niye bizim evi taşlıyorsunuz? Siz nasıl bir çocuksunuz? Nasıl bir insan evladısınız? Ne istiyorsunuz bizdennnnn? Arıların hışmından gidesiniz? Yalnız bizim evde mi arı var? Başka evlerdeki arıları niye püskürt müyorsunuzzzzz? Her zaman böyle, her zaman böyle, buna can dayanır mı? Hınzırlarrrr!…”
Veli Dayı yanına geldi. “Yeter gayrı kendini harap ediyorsun” dedi, alıp götürmek istedi, ama o gitmedi, saydı döktü söyleyeceklerini. Dellendi.
Hava kararmaya başlamıştı. Çocuklar bu sesleri dinleye dinleye evlerine gittiler. İçlerinde büyük bir pişmanlık doğdu. Çok kötü bir şey yaptıklarını anladılar. Babaları, anneleri de “Siz mi yaptınız bu işi?” diyerek onları iyice sıkıştırdılar, cezalandırdılar. “En kısa zamanda Veli Dayı’dan, Fatma Teyze’den özür dileyeceksiniz, bir daha yapmamaya söz vereceksiniz” dediler.
Hava iyice kararmıştı. Eşekarıları yuvalarına çekilmişlerdi. Ama vızıltıları dinmiyordu.
Fatma Teyze de bağırıp çağırmaktan yorulmuştu. Eşi ve çocuklarıyla evlerine girdiler. Yemek, yiyecek hazırladılar, aç olan karınlarını doyurdular.
Biraz sonra, arı taşlayan, püskürten çocukların babaları çocuklarıyla geldiler, kapıyı çaldılar. Fatma Teyze‘den, Veli Dayı‘dan özür dilediler. Çocuklar onların elini öptü. Bir daha böyle kötü bir şey yapmayacaklarına söz verdiler. Fatma Teyze, Veli Dayı çocukları bağışladı, gözlerinden öptü.
Sabah oluyordu.
Yeni bir güne barış içinde başladılar.
*****