
Muzaffer İzgü’den Bir Öykü;
Eski Memur
M. Demirel Babacanoğlu Yazdı
(Akbaba dergisinin yayıncısı sahibi Yusuf Ziya Ortaç’tır.
Muzaffer İzgü’den her hafta gelen yazıları Temmuz 1966’da açar, bakar beğenir,
Akbaba’nın 27 Haziran 1966 tarihli sayısında yayınlar.
Araştırmalırmla bulduğum Eski Memur adlı öyküsünü sunuyorum..
Onu 26 Ağustos 2017 günü kaybetmiştik. Sevgiyle anıyoruz..)
Eski Memur – Muzaffer izgü
Hım… sen demek ki yeni memursun ha… Allahtan oldu da seni benim yanıma verdiler. Güzel bu çok güzel işte!…
Emrine verildiğim yaşlı memur, göbeğini titrete titrete gülerken, durmadan kendi kendine soruyordu:
-Ama neden? Neden seni başkasının yanına vermediler de, benim yanıma verdiler?
-Vallahi bilmem beyefendi, dedim, galiba işlerinizin çokluğundan.
-Hah hah hah!… Hah hah hah, benim çok ha’…
Adamın devlet memuru olduğunu gözlerimle görmesem, yemin etseler inanmam bu kahkahaların bir devlet memurundan çıkacağına. Çekinerek:
-Belki de tecrübelisinizdir de, onun için vermişlerdir efendim, dedim.
Uzun bir kahkaha da attıktan sonra:
-Ben mi ben mi tecrübeli? diye sordu. Ve değme aktörlerin beceremediği bir ustalıkla kahkakayı yarıda keserek:
-Doğru, doğru vallahi, diye bağırdı. Doğru ya, kırk yılın tecrübesi var bende. Tecrübeliyim diye vermişlerdir… Ama neyin tecrübesi?…
-Neyin olacak efendim, tahriratın, işin… Vay, keşke söylemez olaydım. Kulağımın zarı patlıyor sandım.
-Hah hah hah!… Değil efendim değil, tembelliğin tecrübesi, tembelliğin!…
Adam, ne de olsa amirim sayıldığı için:
Estağfurullah efendim, dedim.
-Bana bak, dedi ciddileşerek,
-Buyrun efendim, dedim.
-Sen hiç bu memur tembel diye onun memurluktan atıldığını duydun mu? Duur, sözümü kesme!… yok efendim yok!… Milletvekili dört yılda bir alaşağı edilir ama, memur otuz yıl geçmedikten sonra alaşağı edilemez… O da kendi gönül rızasıyla tabii… Ben hem tembelim, hem de kırk yıl çalışacağım dersem, kimse ona gık bile diyemez!
-Dur, dur dinle!… Sakın beni sahici tembellerden zannetme ha!… Evde arı gibi çalışkanımdır. Bulaşığı ben yıkarım, yemeği ben pişiririm. Boş kalan zamanlarımda da, oyuncak yapar satarım. Bu oyuncaklardan en az, maaşımın yarısı kadar yolumu bulurum. Ben de senin gibi gelmiştim bu daireye, ben de senin gibi oturmuştum şu koltuğa… o zamanki müdür beni bir kenara çekerek:
“Bana bak, Müştak bey oğlum, dediydi, sizi Vehbi efendinin yanına veriyordum. Vehbi efendi, tembelin birisidir; elinden iş çıkmaz. Hiç olmazsa sen onun işlerini yaparsın. Gerçi Vehbi efendinin kuyruğuna teneke bağlamak çok kolay ama, insan kırk yılın hatırını kırıp da yapamıyor bu işi… Üstelik çoluk çocuğunun ne günahı var?”
Müştak bey, gözlerini bana dikerek:
-Söyle!… diye bağırdı, bizim müdür aynı şeyleri sana da söyledi değil mi, Müştak tembeldir dedi değil mi?
Yutkundum, nasıl diyebilirdim. – Evet, dedi- diye.
-Demiştir demiştir. Hani, tarih tekerrürden ibarettir derler… Tekerrür, doğru oğlum. Ben de kırk yıllık memurum, benim de karım, benim de çocuklarım var… Fakat, her zaman için söylerim, Allah Vehbi efendiden razı olsun diye… Bak, şu odaları gez, içlerinde bir tane benim gibi göremezsin… Hepsi de kurumuş kalmış derisinin içinde… Ya bendeki şu göbeğe, şu tombul yanaklara, şu kırmızı surata bak!… Bunların hepsi, rahmetli Vehbi efendinin sayesinde oldu… Hem çalışacaksın da ne olacak?… Şunu kafana iyice sok ki oğlum, adama çalıştı diye madalya takamazlar. Şimdi iyi dinle beni, dur birde kahve söyleyelim…
Zile bastı, gelen odacıya:
-Bize iki kahve söyle, ikisi de şekerli olsun, dedi. Sonra bana dönerek:
-Çalışkan olduğun müddetçe işi üzerine yığarlar… Ama bir kere adamların kafasına – bu tembeldir – diye nakşettin miydi, korkma artık, yaşadın gitti demektir. Fakaaat, öyle bomboş da oturmak yok ha!… Bak, şu elimdeki kaleme bak!… Ucu tutkallıdır. Yapıştırırsın tutkalı yazının bir yerine, ondan sonra da yan gelir keyfine bakarsın. Karşıdan gören, seni çalışıyor zanneder. Ha bak, bu iş yalnız kalemle de olmaz; bir de gözlük lazım. O zaman uyuduğun hiç belli olmaz. Farz edelim dalmışsın, mışıl mışıl uyuyorsun; seni bu vaziyette yakalayıp sarsa sarsa uyandırdılar. Hiç bozuntuya vermeyeceksin. Hemen çatacaksın kaşlarını:
“Zaten burada iş yapılmaz, durun be, kafamı alt üst ettiniz, diye bağıracaksın. Unutma ki oğlum, memurun bağırması, meslekteki sigortasıdır. Farz edelim, bir vatandaş karşına geldi: elinde evrakı, işinin yapılmasını istiyor. Hemen kaşlarını çatacaksın, “Ceketini düğmele, ellerini topla, öksürme, burnunu çekme, şu tarafa dinel” gibi sözlerle adamı ilk baştan korkutacaksın… Hele arada bir, “Sırıtma be!…” diye bağırırsan, adam senden iyice korkar. Sonra başlarsın çekmecelerde bir şeyler aramağa… Bulamamış gibi yapar, “Lanet olsun be, Allah kahretsin be!…” diye bağırırsın. Vatandaş:
-Kalemse vereyim efendim, veya bir şey mi arıyorsunuz? Dedi mi tamaaam!… Açarsın ağzını yumarsın gözünü. “Sen ne halka devlet, memurunun işine müdahale edersin? Vay efendim, sen nasıl olurmuş da benim işime karışırmışsın?” En sonunda:
-Git, yarın gel dersin.
-Ya gitmezse? diye sordum.
-Tehdit!… Ah gözünü sevdiğimin tehdidi… Git şimdi başımdan, şimdi bi zabıt tutarsam işime müdahale ettiğine dair, alimallah mahkemelerde başını kıçından ağır getiririm, diye bağırdın mıydı, o saatte toz olur adam… Rahmetli Vehbi efendinin taktikleridir bunlar. Sonra efendim, farz edelim müdür sana yazman için sana bir yazı mı verdi? Bir satırda en azından beş imla yanlışı yaparsın… Götürürsün müdüre, “Şuraları düzelt” der gibi… Bu defa imla yanlışlarını ikinci satıra aktarırsın. Bol akraban var mı?
-Yok efendim…
Olmazaaz!… Devlet memuru oldun muydu, bol bol akraban olacak.
-Kayırma için efendim?
-Ne münasebet efendim? Öldürmek için… Daireye gelmediğinin ertesi günü, gözüne biraz limon damlatacaksın, öyle geleceksin. Sordular mıydı, “Kaynanam öldü, dayım öldü, teyzem öldü” diyeceksin. Sen şimdiden tezi yok, teyzem hasta, dayım hasta, kaynanam hasta diye yaymağa bak!…
-Ama hiç akrabam yok ki…
-Benim var mı yahu?… Dayım, kaynanam, babam, amcam, en azından beşer kere öldüler de, kimse çakmadı dalgayı. Gözünü sevdiğimin limonu. Allah gani gani rahmet eylesin Vehbi efendiye. Onun ilacıdır hep bunlar… Sonra efendim, geç mi kaldın daireye?… Ha, sahi onu söylemeyi unuttum… Müdür sormaz ya, sorarsa şayet oturduğun mahalle için öyle bir sey söyleyeceksin ki, vapurlu, trenli, dolmuşlu, otobüslü olsun… Benim evim, hemen şuracıktadır, ama arkadaşlarım, önce dolmuşa, ondan trene, trenden vapura, vapurdan da otobüse binerek buraya geldiğimi zannederler. Rahmetli Vehbi efendi, hep Kartal’da oturuyorum derdi. Toprağı nur olsun!… Amin…
Durakladı Müştak Bey… Kahveler geldi. İçerken:
-Bir şey daha var, dedi. Birer hafta arayla üç kere bayılacaksın dairede.
O neden? Diye sordum.
-Hazırlık oğlum hazırlık…
Enfarktüs hazırlığı…
-Ama gencim ben daha…
-Öyleye, sen de benim önceleri yaptığım gibi bağırsaklarının bozukluğundan tuttur. Bunun da kolayı var; saat başına helaya git… Bazen arka arkaya git. Bu da yerine göre mühim bir taktiktir ha!… Rahmetli Vehbi efendi, hiç çıkmazdı heladan… Sakın ha hastalıkları, ölümleri, ay başlarına denk getirme ki, maaşını bir gün geç almayasın… O gün mutlaka sapasağlam ol!… Ramazanlarda da sigarayı gizli gizli iç!… Bir ay orucum diye hem açıktan öğleleri üçe kadar rahat rahat evde uyursun, hem de akşamları iftara yetişeceğim diye bir saat erken gidersin. Bak aslanım, şu da çok mühimdir… Rahmetli Vehbi efendi, karısıyla gül gibi geçindiği halde, daire arkadaşları onun, bugün yarın karısından boşanacağını zannederlerdi. Elin alanında, odanın içinde bi aşağı bi yukarı dolaşıp, otura otura uyuşan bacaklarını açmanın en kolay yoludur bu… Seni öyle görenler, “Ne yapsın zavallı, karının kötüsüne düşmüş” derler. Ha sahi, sormayı unuttum, minderin var mı?
-Yok efendim!…
-Olmaz!… Hemen bir minder yaptır!… paraya acıma ha sakın, en iyi pamuktan yaptır… Mindersiz memur, teçhizatsız askere benzer… Memur dedin miydi, hemen minder akla gelmeli…
O sırada içeriye, on iki on üç yaşlarında bir çocuk, canhıraş bağırarak girdi….
-Baba, koş, yetiş annem balkondan düştü!…
-Ne, annen balkondan aşağı mı düştü? diye bağırdı Müştak bey… Ve çocuğunun elinden tutarak heyecanla müdürün odasına koştu.
Bir dakika sonra geri dönüp geldiğinde, bana göz kırparak:
-Çocuğun varsa, yarından tezi yok, dairenin yolunu öğret, lazım olur, dedi. Gülümseyerek çıkıp gitti…
Odacı, kahve boşlarını almaya geldiğinde:
-Bütün felaketler Müştak beyi bulur. Daha iki gün önce kaynanası haşlanmıştı zavallının, dedi.
..
(1) Muzaffer İzgü’nün Akbaba’da yayınlanan ilk öykülerinden biri. Akbaba-27 Temmuz 1966, Cilt 2, Sayı 31 (MDB)
****