Babacanoğlu’ndan Bir Öykü “Dut Ağacı”

Babacanoğlu’ndan Bir Öykü

“Dut Ağacı”

M. Demirel Babacanoğlu Yazdı

796 Sokakta bir dut ağacı vardı. Yıllar önce dikilmiş yaşlı bir ağaçtı. Her yıl birkaç dalı budanır gençleştirilirdi. Parmak kalınlığında iri mor ve tadından yenmez meyvesi vardı. İlkyaz geldiği zaman, bu güzel ballı meyveler dallardan sarkardı. O zaman işte sokağın çocukları buna dayanamazlardı. Altına gelir dururlardı. Öylece dut ağacının meyvesine bakarlardı. Kimilerinin ağzından salyası akardı. Hemen kolunun yeniyle çaktırmadan silerlerdi.

Dut ağacının sahibi Haçca Teyze, ilk meyvelere kimsenin dokunmasını istemezdi. Önce kendi yiyecek, yakınlarına yedirecek, sonra, nazınan tuzunan, sokağın çocuklarına izin verecekti. Çocuklar bu anı büyük sabırsızlıkla beklerlerdi. Beklemeyenlerse Haçca Teyze‘nin görmez tarafından dut ağacına çıkarlar, dutları koparıp ivedi ivedi ağızlarına atarlardı. Çoğu zaman da çiğnemeden yutarlardı.

Burası Adana’nın kenar mahallerinden biriydi. Ellili yılların sonlarında kurulmuştu. Başımı sokacak bir yerim olsun diyen gelmişti köylerden. Fabrikalarda ve benzeri yerlerde, küçük işletmelerde iş bulmuşlardı. Ya da tablalarla narenciye, cıncık, boncuk gibi şeyler satıyorlardı. At arabacılığı yapıyorlardı. Çalışıyorlar, çocuklarını okutuyorlardı. Çoğunun evleri biriketten yapılmış eğreti evlerdi. Odaları nohut kadar küçüktü. Sokakları dardı. Caddelerinden iki araba zor geçerdi. Yağış olduğu zaman her yer çamura keserdi. Çoğunun suyu da yoktu, meydan çeşmesinden su alırlardı.

Haçça teyze dut ağacını çok seviyordu. Daha doğrusu o bir ağaç hayranıydı. Bütün ağaçları tapar gibi severdi. Ağaçların dalından, meyvesinden, gölgesinden yararlanılabilirdi. Kuşlar dallarına konar öterler, meyvesinden yerlerdi. Bütün bunlar onun için en büyük iyilikti. Belki de cennete götürecek önemli bir iyilik…

Mahalle kurulmazdan önce Haçca Teyze‘nin eşinin aldığı bu arsa üzerinde dut ağacı vardı. Haçca Teyze buraya kondusunu yaptırırken, dut ağacını özenle korumuştu. Ona zarar gelmesin diye, işçilerin başından hiç ayrılmamış, ille de dut ağacına dokunmayın diye tembihlerde bulunmuştu. İşçiler de Haçca Teyze‘nin sözünü tutmuşlar, dut ağacına en küçük zarar vermemişlerdi. Kondu ona göre yöntemlenmiş, arsaya oturtulmuştu. Dut ağacı tam da kondunun kapısının ağzına denk gelmişti. Haçca Teyze‘ye göre iyi de olmuştu. Hiç değilse kapı açıkken, evin içini görülmezdi, bir bakıma dulda olmuştu…

Burası, mahalle olmazdan önce büyük bir bahçeydi. Çevrede ona bitişik diğer bahçeler de vardı. Buraya Gafur’un bahçesi derlerdi. Dut ağacını kimin diktiğini Gafur bile anımsamıyormuş. “Belki de dedemin dedesi dikmiştir.” diyormuş. Ayrıca şöyle öyküler de anlatıyormuş. “Dedemin dedesinin zamanında kentin bütün çevresi bağlık bahçelikmiş. Uçsuz bucaksız dut bahçeleri varmış. Burada yaşayanların çoğu ipekböcekliği yaparlarmış. Adana’da kocaman ipek tezgahları bulunurmuş. Akşam sabah kadınlı erkekli ipek dokurlarmış. Taşköprü’nün başında ipek pazarı kurulurmuş. Batıdan gelen ipek tüccarları, özellikle Roma’dan gelenler, buradan aldıkları ipekleri ülkelerine götürür pahalı fiyatlarla satarlarmış… Belki de dut ağacı o günlerden kalma” der, çevresine öğünürmüş… Ama ne fayda ki o günlerde küçücük olan kent, bu günlerde büyümüş…

Köylüler kente akın etmişler, birer gece kondu sahibi olmak istemişler, başlarını sokacak kadar yer olsun da ne olursa olsun demişler. Kimi işçi olmuş, kimi hamal, bir lokma ekmek için çalışmaya başlamışlar… Göç arttıkça, topraklar daralmış, arsalar satılmış parsel parsel… Kent büyümüş iyice! Kenar mahallere “Varoşlar” adı verilmiş.

Haçca Teyze‘nin evi bizim bitişiğimizdeydi. Duvar duvara, kapı kapıya komşuyduk. Yaşlı bir kadındı Haçca Teyze; belki de yaşı, yüzü geçmişti. Anam “Bacı” derdi ona. Oysa onun teyzesiydi. Biz de teyze derdik. Yaşlılık günlerinde hep yanında olduk. Resmi olsun olmasın bütün işlerine koşardık. Hatta kondusunun duvarını badana bile yapardık. Çok sevinirdi, dünyalar onun olurdu…

Küçük, kutu gibi iki göz bir kondusu vardı. Son eşiyle bu konduda yaşamışlardı. O ölünce yalnız kalmıştı. O, yalnızlığı hiç sevmezdi. O, yüz yaşına yaklaşan yaşında; aynı mahallede oturan bir sakallıya aşık olmuştu. Kendince bir gerekçe de bulmuştu. Bekar ölmek cehennemlikti! “İlle de eşin olacak, eşli öleceksin” diyordu. Aşığıyla evlendi, hacca gitti, hacı oldu geldi. Artık onun adı Haçca Teyze değil, Hacı Teyze‘ydi, ama biz ona, bazen Hacı Teyze, bazen de belki de çoğu kez Haçca Teyze derdik.

O’nun imam nikahıyla evlendiği İbrahim Amca‘nın yasal eşi bu evliliğe ses çıkarmamıştı. “Fazla mal göz çıkarır mı?” diyordu. Ama etraftan onu rahat bırakmadılar. “Gız gocanı niye verdin ona, sende hiç akıl yok mu? Ben olsam salmam onun yanına. Altından girer, üstünden çıkarım, gocamı kimseyle paylaşmam. Sen deli misin?” diyorlardı. Bu sözleri duyunca da içine sıkıntılar giriyor, karnının içinde yetmiş seksen şeytan dolanıyordu. Bir gün sakallıyı karşısına aldı. “Bana bak, İbrahim, bundan kelli o hasbanın yanına gitmeyeceksin. Gidersen ötesini sen düşün! Ele güne malamat ederim seni!”  İbrahim Amca n’apsın, kuzu kuzu dinliyordu eşini. Dili tutulmuş gibi duruyordu. Dudakları uzadı, gerildi, gırtlağına birkaç söz dizildi, durdu. Vazgeçti konuşmaktan, “tamam tamam” dedi…

Bu kez Haçca Teyze’yle on beşlik aşıklar gibi gizli gizli buluşmaya başladılar. Akşam kararınca köşe başlarında, sokak içlerinde görüşüp, fısıldaşıyorlardı. Fırsat buldukça da imam yeni eşinin evine dalıveriyordu. Birinde, İbrahim Amca‘nın eşi onları izlemişti. Tam da o sırada üstlerine varmış kapıyı tıklatmıştı. Resmi deyişle “suçüstü” yakalamıştı. Haçca Teyze kapıyı hemen açmamış, aşığını, loş, nemli, soğuk evin altına saklayıvermişti. Sonra da kapıyı açmış, “Buyur gel gızzz otur şuraya!” demişti. O da hiçbir şey olmamış gibi kerevetin üstüne kurulmuştu. Ordan burdan söyleşmeye başlamışlar, mahalle dedikodularına dalmışlardı. Adamcağız üşütmüş birkaç kez hapşırmak zorunda kalmış, “hık mık” ederek savuşturmuştu öksürüğünü. Ama hapşırık bu, yeniden yeniden arka arkaya diziliyordu. Yüzü kızarıyor bunalıyordu İbrahim Amca, en sonunda hapşırmak zorunda kaldı. Hapşırık duyulunca, eski eşi, yeni eşe, “Bu hapşırık nerden geldi gızz!” dedi. O da “yoldan geçenler hapşırmıştır,” diye yanıt verdi. Sonra hapşırık yinelenince “Bu hapşırık da mı yoldan geliyor?” dedi eski eş. “Yok canım” dedi yeni eş, bitişik komşunun beyi hasta da, ondan geliyor…”

Eski eş uzunca bir süre kaldıktan sonra ayrıldı. İbrahim Amca bu geçen süre içinde iyice üşütmüş, hasta olmuş yataklara düşmüştü. Eski eş böylece, bir bakıma öcünü almıştı…

Haçca Teyze‘nin belki beşinci, belki de altıncı kocasıydı bu. Ama bağımsız bir koca değildi. Eski eşiyle paylaşılan bir koca.

Haçca Teyze nasıl davransa, ne yapsa, şöyle enine boyuna, tadınca bir aşk yaşayamamıştı. En çok da buna sızlanıp üzülüyordu. Konu komşuya da “Benimkisi yataklık değil, arkadaşlık” diyordu. “Birbirimize dayanak olmak, yardım etmek… Yoksa koca benim neyime?”

İlk kocasından biri erkek üç çocuğu olmuş, ne yazık ki erkek çocuk ölmüştü. Kız çocukları, büyümüş, evlenmiş, ev bark sahibi olmuştu. Ama hiç birisi Haçca Teyze‘ye bakmıyordu. Onların da kendilerine göre bir gerekçeleri vardı. Anneleri evliyken başka bir kocaya kaçmıştı. O kocadan sonra da birkaç kocayla daha evlenmişti. Son koca da ölünce yeniden evlenmek zorunda kalmıştı. Hiç değilse yaşlılığının sonunda bir koca alıp rahat etmekti niyeti… Ama öyle olmuyordu.

Yakınları bu kadar çok evlenmesine karşıydılar. Fırsat buldukça kınıyorlardı onu. Kızları evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş, uzaklaşmışlar annelerinden. Sanki küsmüşler ona. Gördükleri yerde başını çevirip görmezden geliyorlardı. Onun için, bu tür yaşam çekilesi değildi…

Ama yine de aşk bu. İnsanın yaşı yüz de olsa aşkı yaşamalı inancındaydı. Ona göre aşk üstündü. Her şeyin ilerisindeydi, önde gelirdi. Aşk deyince akan sular dururdu. Aşkın gözü kördü. Konu komşunun dedikodusu umurlarında değildi! Ah eski eş olmasa! Güllük gülistanlık olacaktı yaşam!

Yine gizlice buluşmuşlardı. Uzun karakırçıl sakalıyla, başındaki yeşil takkesiyle; sevecen, aşk dolu bakışlarıyla İbrahim Amca şöyle diyordu ona: “Ah sen, benim elime gençlikte geçseydin, ben bu fettan, aksi karıyı alır mıydım? Ah ki ah!” Şimdi bırakmıyordu onları!

Sonunda fettan karı ayırdı aşıkları.

İbrahim Amca sokaktan geçerken önlem alarak geçiyordu. Yan yan, yengeç gibi yürüyordu duvarların diplerinden. Haçca Teyze‘nin evine yaklaşmadan, karşı duvarın dibinden geçiyordu. Gizliden gizliye, çaktırmadan bakmayı da göz ardı etmiyordu. Haçca Teyze, o geçerken pencerenin önüne oturur, ona bakmaya çalışırdı. Gözleri iyi görmüyordu ama onu görüntüsünden ve ayak seslerinden tanıyordu. Orada, dut ağacına çıkmak, dut yemek için gelmiş, siftinen çocuklara “Şu geçen İbrahim emminiz mi?” diye soruyordu. “Evet” yanıtını aldıktan sonra da, bu onulmaz aşkın hatırına “Haydi çocuklar duta çıkın, dalını kırmadan, yaprağını dökmeden dut yiyin, hadi benim çocuklarım, aslanlarım!” diyordu. Sonra da “Bana da biraz toplayın” demeyi unutmuyordu…

Yüz yaşında böyle bir aşkla yaşamak onu diri tutuyordu. Yine de Leyla ile Mecnun aşkını çekecek gücü yoktu. Ağır geliyordu aşk. Sararıp soluyor, yataklara düşüyordu. O eski eş yok mu, o eski eş bir türlü bırakmıyordu ki, İbrahim Amca gelsin yanına. Söylediğine göre, eski eş, o olaydan sonra, oğullarıyla birlikte “Bir daha oraya gidecek misin, bir daha onunla buluşacak mısın?” diye iyice dövmüşlerdi. İbrahim Amca‘nın yüzü gözü yara bere içinde kalmıştı. O nedenle de bir hafta on gün sokağa çıkamamıştı İbrahim Amca.

Aralarına bir kara kedi gibi girmişti eski eş. Aşklarına keskin bir yasak koymuştu. Gece gündüz, geliş gidişi denetleniyordu İbrahim Amca‘nın. Hele bir yanlış yapsındı, daha fena edip, pestilini çıkaracaklardı onun.

Haçca Teyze sayrıydı. Artık eski gücü kalmamıştı. Onu birkaç kez doktora götürdüm. Eşim ve ben yardımlarımızı esirgemiyorduk ondan. Eşimi ve beni de çok severdi. Biz de onu severdik. Çok candan konuşması, sevecen yaklaşımları vardı. Bir gereksinimi olsa hemen bize söylerdi. Olası varsa kesinlikle onu yerine getirirdik. Ona aşkından dolayı katı değildik. Doğal karşılıyorduk bunu… İnsan her yaşta aşık olabilir, sevebilirdi! Yanlış da yapabilirdi!

Yaşlılık aylığından başka hiçbir geliri yoktu. Konu komşu yemek verir, kollardı. Kimi zaman da harçlık verenler olurdu…

Birinde de doktor çağırdım eve. Doktor iyice muayene ettikten sonra, “Hiçbir şeyi yok, yaşlılık sayrılığı var. Yaşlılarda kemik erimesi olur. Beli bükülür. Omurga kemikleri üst üste biner, sayrının boyu kısalır…” dedi. “Şu ilaçları kullansın, akşam sabah bol bol süt içsin…” dedi.

Yangın yerine dönen yüreği yana yana dayanamadı, durdu. Onu el üstünde götürüp Buruk Mezarlığı‘nda, toprağın koynuna koyduk. İbrahim Amca da onun bu gidişine dayanamadı! O da aşkına kavuşamamanın yangınıyla kül oldu! Şimdi iki aşkın arasında bir karaçalı durur, bakalım kim kaldıracak o karaçalıyı?…

Haçca Teyze‘nin kendisiyle ilgilenmeyen iki kızı vardı. Onun sık sık aşık olmasına sabır gösteremezlerdi. Bu kadar çok eş almasına bir türlü us erdiremiyorlardı. Kınıyorlar, ayıplıyorlardı. Anneleri toprağın koynuna gidince kalıtına sahip çıktılar… Kondunun bir gözünü bir kızı, diğer gözünü diğer kızı aldı. Biri kiraya verdi. Diğeri kendi oturdu.

Her iki kızının da ekonomik durumu kendilerini ayakta tutacak düzeydeydi. Evde oturan kızı bununla birlikte kendini yoksul göstermeye çalışıyordu. Kış mevsimi yaklaşırken odun filan almamıştı. Gözünü dut ağacına dikmişti. Belki de beş yüz yıllık dutu kestirip odun edecek, kışı ısınarak geçirecekti.

Öyle de yaptı. Seyyar bir hızarcı çağırıp dutu kestirdi. Dallarını budattı, odun ettirdi. Yaşlı dut ağacı paramparça olmuştu, yerlerinde yeller esiyordu. Her bir yana sarı yaprakları, sarı kanı, sarı salyası saçılmıştı. Ağlıyordu dut ağacı.

O kış sobada yanarak kül oldu dut ağacı.

Bu işe çok üzülmüştüm. Haçca Teyze‘nin kalıtına konan kızının bu tavrını içime sindirememiştim. Bu gaddarlık bağışlanır gibi değildi. Sokağın kadınları üstüne varmışlar. Dutu kestirdiği için ona çok acı şeyler söylemişler!

Okuldan yeni gelmiştim. Kapımız çalındı. Oydu gelen. Gözleri yaşlıydı. Ağlıyordu! “Bana yapılanları duydunuz mu?” dedi. “Dutu kestirdim diye bana olmadık kötü şeyler söylediler, ben ne yapacağım, sen ne diyorsun bu işe?” diyerek sızlandı. Ben ne diyebilirdim? Bir kere dut kesilmişti. Yerine getiremezdim. Önceden haberim olsaydı dutun kesilmesini önleyebilirdim. Benim yokluğumda olup bitmişti bütün işler.

İçim yana yana, sırf onu rahatlatmak için:

“İyi etmişsin” dedim.

Artık dut ağacı yoktu. Kuşlar da gitmişti, çocuklar da.

*****

Önceki

“Kırmızı” Karma Sergisi Açıldı

Sonraki

11 Ağustos 2020 Salı Günün Sergileri

Yorum yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Popüler Yazılar