Batı Karadeniz Gezisi – Sinop ve Sabahattin Ali

Batı Karadeniz Gezisi

Sinop ve Sabahattin Ali

M. Demirel Babacanoğlu Yazdı

Tokatlı Kanyonu’nda duruyoruz. Burası da ilginç bir yer. Cıncık, boncuk, gıda pazarı kurulmuş. Yanında (Y) biçiminde büyük bir kanyon. Biri de “Kristal Teras” diye bir yer kurmuş, giriş 5.5 tl. Gazeteci kartımı gösterdim, olmazlandı.

Kanyon’a gittim, kartımı görünce izin verdiler. Fotoğrafını çektim. Sular yarmış kayaları, büyük bir dere oluşturmuş ama suyu az ve bulanık, kıyıları ağaçlı sazlık… yatağında derenin yürüyüş yolu oluşturulmuş; görmeye değer bir yer…

Kafama bir şey takılıyor… Buralar kamunun malı. Kamu kendi malını neden parasıyla görüyor anlayamıyorum?! Yalnızca buralara değil, deniz, ırmak kıyıları da öyle! Karaisalı-Çakıt-Yerköprü de…

Karabük’e yöneldik. Karabük karaçalılık anlamına geliyormuş… Karası belli kara renk, bük çalılık topluluğu. O zaman kara çalılık yer anlamına geldiği beliriyor… Ama daha gelmedik Karabük’e. Yolda Lati lokumculuğa uğradık. Arkadaşların üçte ikisi lokum aldı nerdeyse?

Karabük’ten geçip, Safranbolu’ya vardık. Adı safran çiçeğinden geliyor. Üretimi zor bir bitkiymiş. Köylerde ancak toplam 25/30 kg. üretilebiliyormuş. Kendine özgü tadı kokusu varmış. Pahalı birbitki. Batı ülkelerinde mutluluk iksiri olarak kullanılıyormuş. Yirmi bir derde devaymış. Hücreleri yeniler, zekayı, cinsel gücü arttırır, yaşamı kolaylaştırır, kanseri iyeleştirir, unutkanlığı kaldırır…

Otobüsümüz “Kazdağları” denilen alanda durdu. Bir saat kadar özgürlük tanındı. Çevreyi dolaştık. Arasta denilen çarşıları, dar sokaklardan dolaştık. Turizme yönelik cıncık boncuk, oyuncak, ahşap kaşık, çömçe, saplı su kapları, yöresel ayakkabılar, kumaşlar (…) satılıyordu… Memlekete götürmek için bunlardan alanlar oldu…

Sokaklar dardı, Çakıl taşları, düz taşlarla döşenmişti. Yağışların yağması, insanların gezmesiyle zamanla aşınmış, kayganlaşmış taşlar. Kuru kuruya bile ayağım kayma tehlikesiyle karşılaştı.

Evler genellikle ahşap, restore edilmiş, turistik hale getirilmiş. En yaşlısı 600, en genci 100 yıllıkmış. Hiçbir evin gölgesi diğer bir evin üstüne düşmüyormuş; güneşin gelme açıları ona göre düzenlenmiş… Ahşap, helik taş mimaride bir şaheser oluşturulmuş…

Saat dolmaya yakın alana vardık, otobüslerimiz hazırdı bindik, otelde indik. “Safran Siti” adını taşıyordu, çok katlıydı otel. 3009 nolu odaya yerleştik. Karnımız açtı, açık büfeden doyurduk.

Buraya, Tay dergisinin çağrısı üzerine 2006 yılının Nisan ayında gelmiştim. “Köy Enstitüleri” etkinliğine katılmıştım. “Köy Enstitüsünden Öğretmen Okuluna” konusunu işlemiştim. Birçok arkadaş tanımış, otelinde kalmış, evlerini görmüştüm… Onlardan biri de Döndü Açıkgöz’dü, çoktandır görmüyordum telefon ettim, “zamanın uygunsa gel” dedim. Değilmiş. Kitap getirmiştim, “Aşıklar Aşığı Haydar Aslan, Hoptirinam Halk Öyküleri, Çöp Kutusu”; resepsiyona bıraktım.

Ayrıldık sabahleyin safranıyla yaşam veren kentten. Yollardayız. Ulaştık sonunda Sinop’a. Otobüsümüz bizi limana bıraktı. Buranın mantısı ünlüymüş. Öğle yemeği için bir restorana girdik. Çoğumuz mantı istedi. Hamuru büyükçe, eti bol, cevizli, tereyağlı, yoğurtlu, tane tane kaşıkla yiyorsun… 30 Tl. Su, gazoz, içecek gibi şeyler isterseniz onların da ayrıca parası ödüyorsunuz… Biz Kayseri mantısının ünlü bilirdik… Bizde de mantı yapılır etli, yoğurtlu, sarımsaklı.

Bir saat kadar serbesti verildi yine. Tek başıma dolaşmayı severim. Sinop’u baştan sona görmek isterdim… Kale kalıntıları hemen göze çarpıyor… Denize bakan burcunun fotoğrafını alıyorum… Limana dalıyorum. Sağında solunda gemiler… ve balıkçı gemileri… fotoğrafını çekiyorum… Hemen dönüp kentin sokaklarına giriyorum… Bir balıkçı dükkanın önündeyim. Fotoğrafımı çekecek birini bulamıyorum!… Taze çok taze mavimsi hamsileri görüyorum… Ne kadar ucuz 5 Tl. Telefonum çalıyor, vakit doldu deniliyor; koşarak belirtilen yere vardım. Bindik otobüse… İndik hapishaneye…

Sinop, merak ettiğim kentlerden biriydi. Karadeniz’e uzanmış burnuyla… hapishanesiyle tanınıyor. Ülkenin ünlüleri, ustaları, yazarları, oyuncuları yatmış bu hapishanede.

Büyük bir alana kurulmuş. Kesme ve kaba taşlardan yapılmış, bir metreden fazla kalınlıkta duvarlar var… Pencereler küçücük kuş gözü gibi. Kapılar demir parmaklı. İçeriye girişte dut ağaçları bulunan geniş bir avluyla karşılaşıyoruz, sol tarafında darağacı; kim bilir kaç kişi asıldı bu ağaçta? Sağ tarafta zindan, oldukça karanlık; duvara çakılı iki zincir bukağı-pranga… Volta alanlarını, çocuk ıslah evlerini, odaları geziyoruz… Hepsi çok perişan, yatılacak gibi değil, müze olarak düzenlenmiş güya; hiç müzeye de benzemiyor. Kendi haline terk edilmiş bir yapı. Buraya deniz dalgalarının vurduğunu sanırdım, öyle değilmiş, içerlekte hapishane…

Sabahattin Ali’nin Koğuşu’na geldik. İçinde kimse olmadığı halde demir kapıları kilitli. Duvarında, fotoğrafı şiirleri asılı.

“ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA 

Başın öne eğilmesin

Aldırma gönül aldırma

Ağladığım duyulmasın

Aldırma gönül aldırma

Dışarıda deli dalgala

Gelip duvarları yalar

Seni bu sesler oyalar

Aldırma gönül aldırma

Kurşun ata ata bite

yollar gide gide biter

Ceza yata yata biter

Aldırma gönül aldırma”

Biz de “aldırma” diyebiliyor muyuz?

Hoşça kal Karadeniz, ver elini Adana…

*****

Önceki

23 Kasım 2019 Cumartesi Ediz Hun ve On Küçük Zenci 

Sonraki

23 Kasım 2019 Cumartesi Günün Konferansı

Yorum yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Popüler Yazılar