Benim Eşeğim – Öykü

Benim Eşeğim – Öykü

M. Demirel Babacanoğlu Yazdı

Boz renkli, dik kulaklı, güzel gözlü bir eşeğim vardı. O bizim evin bir parçasıydı. Onsuz yaşayamazdık. Tarlaya, bağa bahçeye onunla giderdik. Bütün yükümüzü o çekerdi. Değirmene mi gidilecek, hemen sırtına bir çuval buğday yüklerdik. Suya mı gidilecek, hemen tenekeleri sakaya kor yollanırdık. Yalnız bir huyu vardı eşeğimin: çok götürürdü yavaş yürürdü. Hiçbir eşekle yarış etmek, onları geçmek aklına gelmezdi. Kazara sırtına fazla yük yüklesek, ıh tıs ederdi ama, ben götürmem demezdi. Bir güne bir gün eşekliğin de bir yasası vardır. Eşeklik hakları mı kullanmak istiyorum dileğinde bulunmak istemezdi. Onu çok severdim. Evimiz de severdi.

Anam:

-Eşeğe iyi bak oğlum, o evimizin direği. Yemini suyunu ihmal etme. Ağzı yok, dili yok, isteyemez senden. Tımar et, iyi bak, her şeyi vaktinde yap, derdi.

-Peki ana peki! Her şeyi zamanında yapıyorum zaten. Hiçbir şeyi unutmam. Ona iyi bakarım, derdim.

Eşeğim bu yüzden bana teşekkür ediyor gibi bakardı. Bense şıp diye anlar onu gözlerinden öperdim. O da çok mutlu olurdu. Bilirdi sevildiğini.

Onun en çok işlerinden biri de eve su taşımaktı. Köyümüze yarım saat uzaklıkta bulunan Murtlu Kuyu’dan tenekelerle su taşırdık. Eşek önde, ben arkada yürürdük. Sıkıştırılmaya hiç gelmezdi. Yavaş yürür, sonuca ulaşırdı. Bu yüzden bizden sonra gelenler bizi geçip giderdi. Yalnızca bu durum benim canımı sıkardı. Arkalarda, gerilerde kalmak istemezdim. Sürekli önde ve ilerde olmalıydım. Hiç değilse, bizimle birlikte yola çıkanla aynı olmalıydık; doğrusu bu gidişten hiç hoşlanmazdım. İsterdim ki herkesten önde gideyim, varacağım yere herkesten önce varayım. Çoğu kez bu nedenle eşeğimle aramız iyi gitmezdi. Onu sıkıştırırdım. Uyarırdım onu. Eşeğim, bu yarıyla biraz hızlı yürürdü ama, yine bildiğinden geri şaşmazdı. Hiç ivedisi yoktu. Onun huyunu ben, benim huyumu o tanıdıktan sonra; onun canını yakacak davranışlardan vazgeçtim. Çünkü, ne yapsam gücü oydu, kapasitesi o kadardı.

Eşeğin yapısını, konumunu, durumunu babama çok söyledim. Bana hızlı yürüyen bir eşek almasını istedim. “Baba bak” dedimbu eşek yürümüyor; arkamdan gelenler bizi geçip gidiyorlar. Bana hızlı giden bir eşek almalısın…”

Babam isteğime, önerime yaklaşmıyordu.

Söyleşiyorduk:

-Oğlum bu eşek yeter bize. Hızlı gideni alıp da koşuya mı gideceksin? Ha beş dakika sonra gelmişsin, ha üç dakika önce; ne çıkar bundan?

-Hayır baba, ben herkesten önde gitmeliyim, geride kalmak istemiyorum. Hiç değilse diğer eşeklerle aynı anda varabilmeliyim gideceğim yere.

-Oğlum sen kafanı takma böyle şeylere. Ne olur yani, birkaç dakika geç varırsan gideceğin yere, kıyamet mi kopar?

-Ne birkaç dakikası baba? Belki on beş yirmi dakika aralıyor bu yürüyüş. Ben diğer hızlı giden eşeklilerin sürücüsüne karşı mahcup oluyorum…

-Yok yok, niye mahcup olacakmışsın? İnsanlar bile öyle. Yavaş yürüyeni var hızlı yürüyeni var. Her hayvan diğerine göre ayrımlıdır, hiçbiri birbirine benzemez. İki hayvan bir olmaz. Biri hızlı yürür, biri yavaş. Onların eşekleri de bizim eşek kadar yük götürebilir mi? Sen bunlara dikkat ettin mi hiç?

Bu konuşmadan sonra babam hızlı yürüyen bir eşek almayacak. Anladım. O zaman yalnızca bir umudum kalıyordu. O da eşeğimin bir yavruya sahip olmasıydı. Bunu bekleyecektim. O avunacak, bir yavru kunnayacaktı! Üç dört yıl sonra da yavru eşek olacaktı. Umarım ki anasının huyunu kapmazdı… Hızlı yürür, gideceği yere çabuk varırdı…

Eşeğim, beğenmediğim yürüyüşüne karşın akılı, cesur bir eşekti. Gün görmüş, deney kazanmıştı. Nereye gideceğimizi. Hangi işi yapacağımızı önceden kestirirdi. Bağa gidecek olsak bağa, suya gidecek olsak suya, tarlaya gidecek olsak tarlaya yönelirdi. Şıp diye usumuzdan geçenleri anlardı. Bizim onun yönünü çevirmemize hiç gerek yoktu. Gündüz ve gece vakitlerini bilirdi. Bunları anırma sesiyle belirtirdi. Sabahın olduğunu uzun uzun anırarak bize bildirirdi. Öğlen oldu mu da kısa ağuş ağuş diye anırma sesleri çıkarırdı. Akşam olunca da gülmeye benzeyen anırma sesleri verirdi. Sanki bizim evin bir saatiydi.

Tehlikeleri önceden anlardı. Kulaklarını radar gibi kullanırdı. Tehlike varsa, ön ayaklarının üzerine dikelirdi; yoksa yürürdü. Biz böylesi davranışlardan, bir tehlike olduğunu anlardık. Ona göre önlem alırdık. Hatta bir keresinde çok huysuzlanmıştı. Çevreye baktık, aradık, taradık bir tehlike görülmüyordu. Onu uyardık. Rahat dur, korkulacak bir şey yok dedik. O yine huysuzluğunu gösterdi. O gün deprem oldu. Evimizden dışarı fırladık. Geceyi dışarıda geçirdik. Yakın çevremizde toprak çatlamaları, toprak kaymaları oldu. Kimi yarıklardan su fışkırdı dışarı…

Her günkü gibi eşeğimi yemliyordum. İştahsız olduğunun ayrımına vardım. “Niçin yemiyorsun” diyerek okşadım.

Sürmeli gözlerindeki pırıltılar eskisi gibi değildi. Ona karşı bağışlanmaz bir yanlış mı yaptım diye düşündüm. İyice inceler bir bakışla ona baktım. Hiç de öyle bir şey görünmüyordu. Ama nereden geliyordu bu iştahsızlık? Evimizin gezintisindeki anama seslendim:

-Eşeğim rahatsız. Yem yemiyor. Gel bir bak!

-Hele geleyim bakayım, ne varmış, anlayalım?

Gezintiden indi anam geldi. Şöyle bir baktı. Karnını ovuşturdu eşeğin.

-Eşek kunnacı!

-Kunnacı mı?

-Ama ben onun avunduğunu görmemiştim?

-Sen nereden göreceksin, kırda başı boş gezerken avunmuş olamaz mı?

-Belki de…

-Bak işte karnı büyümeye başlamış bile.

-……………………………

Bu muştuya öyle çok sevindim ki… Bir sıpası olacak eşeğimin. O sıpa büyüyecek, üç dört yıl sonra eşek olacak. Sırtına palan vuracağım. Üstüne bineceğimi. Artık yavaş gitmekten, geride kalmaktan kurtulacağım.

Anam:

-Bundan sonra eşeğe daha dikkatli bakmalısın dedi. Suyunu yemini zamanında vermelisin. Yükünü azaltmalısın. Üstünde yük varken binip-minip etmeyesin.

-Hiç biner miyim, hiç ona eziyet eder miyim diye yanıtladım anamı.

Sevinçten uçuyorum. Bir sıpam olacak, sonrada eşek olacak diyorum.

Gelecek günleri saymaya başladım. Aradan uzun bir süre geçti. Bu süre içinde ona daha özenle baktım. Yemini , yiyeceğini saati saatine verdim. Üzerine çok az yük vurdum. Dere, hendek gibi yerlerden atlatmadım. Nazlı, güzel gözlerini sevdim. Boynunu, yüzünü, kulaklarını okşadım. Gicimiğini gidermeye çalıştım. Merhemler sürdüm. Ona bir arkadaş, bir yoldaş gibi davrandım. Her gün her fırsatta, yemini, suyunu verdim. Saatinde konuştum onunla. Söylediklerimi anlıyor, gözlerinin içi gülüyordu. Dudaklarını açıp bana bir şey söylüyordu, kısa kısa sesler çıkarıyor, sevincini beli ediyordu.

Konuşursam konuşuyor, gülersem gülüyordu, oynarsam oynuyordu. Aynı bir insan gibiydi. Ne dersem onun yapıyordu. Kimi zaman ön ayaklarını kaldırıyor, nallarını birbirine vuruyor şıkırtılar döktürüyordu. Söylediklerimin hepsini anlıyordu sanki. Yalnızca bizim gibi sözcükleri söyleyemiyordu ama, kendi dilince konuşuyordu. Ben onun dilinden; o da benim dilimden anlıyordu.

Beklenen zaman gelmişti. Onun iniltileri duyuluyordu. Hemen yanına koştuk. Sancıları artıyordu. Anam karnını ovalamaya başladı. Az sonra sıpanın başı göründü. Anam yavaşça çekti. Sıpa doğmuştu. Boz, şirin bir sıpaydı…

Sıpa büyüyordu yavaş yavaş.

Annesine yaklaşıyor, onun göğsünden emiyordu. Anne, yavruyu her fırsatta kolluyor, koruyordu. Ondan bir dakika bile uzak kalmak istemiyordu. Ama evde yapılacak işler vardı. Su getirilecek, değirmene gidilecek, dağdan odun çekilecek… ister istemez, yavru yorulmasın diye; evde bırakıp, bu değişmez işleri yapıyorduk. O ise yavrusuzluğa dayanamıyordu. Bağlı olduğu yerden ipini kopartır, kazığı çeker, yavrusuna giderdi. Sonra bakardık ki yerinde yok. Oraya buraya gitmiş olmasın diye arardık. Bulamazdık. O çoktaaaaan yavrusuna kavuşmuş olurdu. Dönüp eve vardığımızda, onu; yavrusunu emzirir bulurduk. Canımız sıkılırdı, ama ne yapabilirdik?

Denebilir ki o bir insan gibiydi. İnsanın yavrusundan ayırınca nasıl huysuzlaşırsa, o da huysuzlaşırdı. Onun amacı ipi kırıp kaçmak, kazığı çekip gitmek, yükten kaçmak değildi. Yavrusuna kavuşmak, şişen memelerindeki sütü ona içirmekti…

Biz eve geldiğimiz zaman bizim canımızın sıkıldığını anlardı. Bunun için bize doğru başını uzatır, özür diler gibi sesler çıkartırdı. Sonrada yavrusunu gösterir, işte bunun için yaptım, siz olsaydınız yapmaz mıydınız der gibiydi. Doğrusu biz de ona kız(a)mazdık. Bir dahaki sefere kaçmasın diye daha sıkı önlemler alırdık.

Sıpa büyüdü, üç yaşına doğru geldi. Üstüne zaman zaman biniyor, onu eşekliğe alıştırıyordum. Çok güzel yürüyor, hopluyor, zıplıyordu. Kimi zaman çayıra gidiyor, arkadaşlarıyla oynuyor, otluyordu genç bir eşek olmanın tadını çıkartıyordu. Kimi zaman da eve gelmeyi unutuyordu. O zaman ben gidip getiriyordum. Beni görünce, kendini almaya geldiğimi şıp diye anlıyordu. Hemen orada, dişi genç eşeklerle oynaşıyordu.

Ona yeni bir palan yaptırdık, üzerine koyduk. Benimsemedi, çalkanıp attı palanı. Ben üzerine koydum, o attı, ben üzerine koydum o atı. Palanı bir türlü kabul etmek istemiyordu. Ona şekerler, kuru üzümler yedirdim palanı kabul etsin diye. Annesinin yanında yürüttüm, onun da palanı olduğunu gösterdim. O istemiyordu.

Annesi yavrusuna yaklaştı. Palanı kabul etmesi için onun boynunu kaşıdı, kulaklarına bir şeyler söyler gibi etti. Burun buruna koklaştılar. Bu sırada palanı üzerine koydum, seslenmedi. Ödül olarak şeker, ceviz, üzüm yedirdim. Böyle böyle eşek olmaya alıştı. Ona müşteriler gelmeye başladı. Babam, bunca emek verdiğim sıpayı satmak istiyordu. Buna çok üzülüyordum. Hayallerim suya düşecekti! Ne yapabilirdim babama karşı????

O yıllarda Orta Anadolu’dan köyümüze ırgatlar gelirdi. Güzel bir eşek gördüler mi dayanamazlardı. Hemen ona müşteri olur, satın almak isterlerdi. Mutlaka iyi yürüyen, güzel görünen genç eşekleri seçerlerdi. Benim eşeğim de onlardan birine satılmıştı. Eşeği satan babama çok kızmıştım. İçim içimi kemiriyordu. Ama, ona bir şey söyleyemiyordum. Bir gün akşama doğru gelip evin önünden sıpamı alıp götürdüler.

Sıpanın yularından sarıldım, kuyruğundan sarıldım, bırakmadılar sıpayı bana. Ayırdılar onu benden. Bir taraftan sıpayı satın alan, bir taraftan babam, bir taraftan anam sıpadan zorla ayırdılar beni.

Sıpam bana baktı; ben ona; hüzünlendik ikimiz de! Çektiler yularından götürdüler.

Ne kadar çok ağladım. Bağırdım, çağırdım, hüngür hüngür ağladım. Bütün hayallerim, bütün umudum bu sıpaya bağlıydı. Şimdi ben ne yapardım? Hızlı yürüyen, güzel yürüyen, güçlü kuvvetli bir eşeğe kavuşamayacak mıydım? Yine, arkamdan gelenler beni geçeceklerdi. Benim de bu konuda üstünlük yanım olmayacak mıydı?

Ne sıpamı satın alanlarda, ne babamlarda bir acıma, bir merhamet duygusu belirmedi. Birine sıpa, birine para gerekti, sattılar benim duygularımı da…

Sıpayı satın alanlara, olmadık kötü şeyler söyledim. Bağırdım, çağırdım, ağladım zıpladım, hiç birini yumuşatamadım. Hiç birinin umurunda olmadı.

Gülüp geçtiler…

*****

Önceki

8 Eylül 2020 Salı Günün Sergileri

Sonraki

Adana Altın Koza’nın Finalistleri Belli Oldu

Yorum yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Popüler Yazılar