Ah Bir Sinemaya Gitsem – Öykü

Ah Bir Sinemaya Gitsem – Öykü

M. Demirel Babacanoğlu Yazdı

Duruyorum. Dağlara bakıyorum. Önümde çanaksı bir ova uzanıyor. Düşünüyorum. Ah bir sinemaya gitsem!

Bir elli yıl öncesine doğru yola çıkıyorum. Deliyorum zamanı, kocaman bir tünel açıyorum. Koşuyorum o tünel içinde. Varıyorum evimizin önüne. Çelik çomak oynuyorum. Topaç döndürüyorum. Kanatlarımı açıp uçuyorum.

Tepelerde rüzgar esiyor. Uçurtmam dikiliyor havalara. Süzülüyor. Kopuyor kuyruğu , takla atıyor. Düşüyor yere. Ağlıyorum !

Anaaa uçurtmam, ana uçurtmam!

Uçurtmamı onarıyor anam.

Ne güzel. Yeniden seviniyorum.

Dağların üstünde kar var. Bembeyaz. Beyaza bayılıyorum. Oy dağlar,dağlar! Hangi sırları saklıyorsunuz? Her kayanda, her taşında bir sır olmalı. Sizde insan gibisiniz. Doğarsınız, gelişir büyürsünüz, yaşlanırsınız sonra… Ah bir sinemaya gitsem!

Uçurtmam dikiliyor havalara.

Havalarda bulut masmavi.

Tüy mavisi sanki. Şiir gibi uzuyor. Doluyor insanın içine. Bir tablo oluyor. Mavinin bütün tonları içinde…Ah bir sinemaya gitsem! Kim götürecek beni babamdan başka.

Nasıl söyleyebilirim ona?

Belki azarlar, belki hoşlanmaz.

Belki de sevinir, peki oğlum der.

Yarın seni sinemaya götüreceğim!

Uçurtmamın ipi elimde çekiyorum, sarıyorum, bırakıyorum, selam söylüyorum, götürüyor ipim, alıyor uçurtmam selamımı… “Alllöööööş!” Uçuyorum …

Uçurmamla birlikte…

Gökyüzündeyim…

Karlı dağlara bakıyorum.

Kara görünmüyor.

Kardan tepeler oluşmuş.

Yaza doğru güneş açacak, ısıtacak iyice, eriyecek bu kar.

Sular akacak. Bürüyecek ovayı. Bitkiler, kapışacak, dövüşecek, sevişecek hazırlanacak ürüne, berekete…

Ah bir sinemaya gitsem!

Kim götürecek beni sinemaya?

Babam götürecek.

Daha söylemedim ona.

Ama eminim götürecek.

Çekiyorum uçurtmanın ipini, geliyor uçurtmam. Süzüle süzüle, nazlı nazlı. Bir gelin gibi. Hırçın değil.

Yeniden bırakıyorum ipini.

Sevinerek, zıplayarak yükseliyor havaya.

Memnun mutlu hayatından.

Toplanmışız bütün arkadaşlar.

Bir uçurtma, iki uçurtma, üç uçurtma.

On, yirmi,otuz, kırk, elli …yüz uçurtma.

Köyün bütün çocukları orada

Bir cümbüş havasında, sevgi mutluluk filizleri gibiyiz,

Büyüyoruz yarına. Meyvelerde sunacağız belki. Soluk alıp verirken…

Ah bir sinemaya gitsem?

Öyle istiyorum ki sinemaya gitmeyi.

Kim götürecek beni?

Babam!

Desem mi?

Uçurtmam elimde. Daha yakınız, daha uzağız birbirimize. İpi kestel, ulanmış birbirine. Uzayıp gidiyor metrelerce. Tutuyor uçurtmamı, yaklaştırıyor bana. Onunla en yakın, en sıkı, en içten arkadaşız. Ne o bensiz, ne ben onsuz edemiyorum. Akşam sabah, sabah akşam, öğle gündüz, kuşluk ikindi uçuruyorum onu. Seviniyor o. Ben seviniyorum. Bir yumak oluyor sevgimiz. Çıkıyoruz göğün doruğuna. Seyrediyoruz oradan gelen geçeni. Seyrediyoruz yeryüzünü. Yeryüzünde kuşlar, karıncalar,yılan, çiyan…uyanmışlar… ah bir sinemaya gitsem.

Sinemaya gidenler anlatıyor. Merak ediyorum. Nasıl bir şey? Nasıl bir yer bu sinema?

Koca bir yapıymış. İçine doluyormuş insanlar. Oturuyormuş koltuklara az sonra perde açılıyormuş, beyaz bir perde çıkıyormuş. Perdenin üstünde atlar, arabalar, otomobiller, hayvanlar beliriyormuş; savaşlar oluyormuş, birbirini kırıyormuş, sevişiyormuş insanlar… İzleyiciler kimi zaman ağlıyor, kimi zaman gülüyormuş.

Uçurtmam!

Kanadı kırmızı.

Kuyruğu yeşil.

Yüzüyor mavi bulutlar içinde.

Okşuyorum bir civcivi sever gibi. İncitmiyorum incinmesinden korkuyorum. O bana bakıyor, ben ona. Savaş olmasın diyorum dünyada. Çocuklar hep kardeş olsun, öyle kalsın… güzel olsun her gün, her şey. Sen ben olmasın, biz olsun…” biz” diyelim. Uçurtmam gibi…

Ah bir sinemaya gitsem!

Gideceğim,başaracağım bunu.

Öyle hükmediyorum.

Hükmedip de yapamayacağım yoktur benim!

Bizim köyden, Öğretmen Bekir anasını götürmüş sinemaya. Oh ne güzel. Oturuyorlarmış koltukta. Çekirdek çintiyorlarmış. Gülüyorlarmış. Az sonra perde açılmış. Kocaman beyaz perdenin üstünde, kocaman atlar belirmiş, ardında arabası…Koşuyormuş atlar dört nala: Tıkıdık tıkıdık tıkıdık tıkıdık tıkıdık… Perdeden çıkıyor gibi olmuş atlar; neredeyse seyircilerin üstüne atlayacak. Tepeleyecek insanları, çoluk çocuk altında kalacak. Ölecek belki bir kaçı. Sonuç hazin… olacak. Öğretmen Bekir’in anası sarılmış oğluna, bağırmış:

“Aman Bekir, canım Bekir, kurtar beni, atlar üstüme geliyor, kaçalım buradan…”

Bekir:

-Yok ana yok, gelmez buraya, perdede o, gelmez buraya diyormuş

Ama Bekir’in anası durur mu, basıyormuş çığlığı:

-Atlaaaaaar tepeleyecek! Atlaaaaaar tepeleyecek.. oğlum, deyip oğluna sarılıyormuş.

Bütün seyirciler perdeye bakmayı bırakmışlar, toplanmışlar Bekir’in başına. “Aman ne oldu kadına? Bir şey mi oldu? Korktu kadıncağız, su getirin, su içirin. Bir şey olmaz şimdi geçer.” diye konuşuyorlarmış.

Her kafadan bir ses çıkıyormuş…

Bekir Öğretmen ne yapsın? Almış anasını çıkmış dışarıya.

Oh beee, ne kadar korkarmışsın be ana?

-Ben korkarım Bekir,ben korkarım. Bir daha böyle yerlere getirme…beni.

-Peki ana peki,getirmem. Sinema bu . Her şey perdede oluyor.

-Ben bilmem! Ben bilmem Bekir. Sinema mı gördüm ben? Nasıl bileyim ne olacağını? Bana gerçek gibi geldi. Sen öyle desen de aklıma yatmıyor. Bir daha gelmem buralara. Getirme beni. Bir daha gelmem buralara. Getirme beni. Bir daha adımımı atmam. Sinema mı tövbe!

-Olur ana olur, getirmem!

Bekir Bey anasını bir daha sinemaya götürmeye tövbe ediyor.

Ama, Bekir Bey’in anası olanları anlatıyor köyde. Herkesin ağzında bu laf. Yolda, belde, dağda, dükkanda konuşuyorylar… gülüşüyorlar.

Köyde varsa yoksa Bekir’in anası. Bekir’in sineması. Atlar geliyor tepeleyecekler. Aman Bekir beni kurtar. Aman Bekir kulun kölen olayım, ben ne bileyim,sinema böyle mi olur? Atlar çıkıp geliyor, üstüme üstüme geliyor, altında kalacağım atların, bir sıkımlık canım var, o da gidecek. Aman Bekir bir daha beni getirme buraya. Kendin gelirsen gel, beni getirme buraya…

Uçurtmam nazlı nazlı.

Uçurtmam süzülüyor.

İpi kestelden.

Çekiyorum, geliyor elime uçurmam. Okşuyorum onu, bir kedi gibi sokuluyor bana. Yumuşacık. Kasnakları kamıştan. Kağıdı halis uçurtma kağıdı. İpi kestelden. Yapıştırıcısı kirazdan. Saçakları tüyden yumuşak. Kuyruğu tavus kuyruğu sanki…Çok sevecen, çok sevgili bir uçurtma. Cana can katıyor. Canlı bir varlık… Onsuz edemiyorum. Yatağıma alıyorum geceleri. Onunla yatıyor, onunla uyuyorum. Bütün düşüm, bütün işim uçurtmam… ah bir sinemaya gide bilsem!

Gideceğim sinemaya

Babam götürecek.

Kimsenin babası götürmez.

Benim babam götürür.

Babam sever böyle şeyleri.

Kimsenin çocuğu görmeden benim çocuğum görsün ister sinemayı. Kuşkum yok, bu yönden.

Kesinlikle götürecek beni sinemaya.

Bizim oralardan Koca Salih de gitmiş sinemaya. Kurulmuş koltuğun birine. Gelene gidene bakıyormuş. Az sonra dolmuş sinema. “Gazoz, çekirdek, gazoz, çekirdek” diyormuş çocuklar. Almış bir külah çekirdek, başlamış çitmeye. Çıtır da çıtır, çıtır da çıtır… Herkes çekirdek çitiyormuş. Koltukların altı kabuk olmuş… Bir de gazoz almış dikmiş tepesine. İçmiş kana kana. Çekirdeğin tuzu gitmiş dilinden, gazozun tadı kalmış damağında. Işıklar sönmüş, beyaz perdeden yazılar geçiyormuş… Binalar, sokaklar neon lambalarının ışığında aydınlanıyormuş. Olaylar başlamış. Bir köşe başında bir genci durdurmuş üç dört kişi, girişmişler yumruklamaya. O da yetmemiş bıçaklar parlamış, yaralanmış o genç, kanlar akıyormuş orasından burasından… Koca Salih kalkıvermiş ayağa, koşmuş perdeye doğru, “Sizde hiç din, iman yok mu, bir çocuğa beş kişi saldırır mı? Aralanın ulan!” Kimse aralamıyormuş… Bağırmış seyircilere “Aralayın şunları.” Koşup tutmuş teşrufatçılar koca Salih’i. “Sinema amca,sinema, perdede oynuyor, gerçek değil!” demişler. Işıkları yanmış sinemanın. Bir iki koruma gelmiş, tutmuş kolundan atmışlar dışarı… Koca Salih’i.

Köylü bunları orada burada anlatıp gülüşüyor. Sanki sinema görmüşler, sinemayı biliyorlarmış gibi. Koca Salih perdeye saldırmış, dövüşenleri gerçek sanmış, hah hah haaa… Ne bilsin yahu adam, ömründe sinemaya mı gitmiş?

Öyle merak ediyorum ki sinemayı. Gerçekten böyle mi? Öyle mi?

Ah bir sinemaya gitsem!

Uçurtmam kucağımda. Uyuyorum onunla mışıl mışıl. Gece geçiyor. Sabah oluyor. Güneş doğuyor. Geçiyorum karlı dağların karşısına. Karlar eriyor… Kar suları çılgalara, oyuklara giriyor, derelere akıyor, dereler çaylara, çaylar ırmaklara, ırmaklar denizlere… Buz gibi köpük köpük sular…

Serinliğini duyuyorum dağların. Kulaklarım üşüyor. Elim donuyor. Hohluyorum elimin içine. Isınıyor elim. Babam geliyor yanıma. O da benimle bakıyor dağlara. Saçlarımı okşuyor.

Yarın sinemaya götüreceğim seni, diyor.

Beklemediğim bir zamanda beklediğim bir söz. Seviniyorum, uçuyorum, teşekkür ediyorum babama. Ellerinden öpüyorum. Yarını bekliyorum. heyecanla geçiriyorum günümü. Uçurtma uçurmuyorum o gün.

Kente gideceğiz. Sinema kentte var.

Durak İstasyonu’ndayız.

Tren bekliyoruz.

Tren gelecek.

Biletleri alıyor babam.

Şu tren gelse. Trenin gelmesi yakın. Ben sabırsızlanıyorum. Bir binsem trene, sinemaya varmış olacağım. Raylara kulağımı dayıyorum. Bir tıkırtı sesi var. Trenin sesi olmalı. Gittikçe artıyor… göründü tren. Kara dumanlar savuruyor havaya. Düdük çalıyor. “Düüüüüüüt!” bir sevinç bir sevinç bende. Trene bindim sanki? Her yanından mavi dumanlar fışkırarak girdi istasyona. “Fışşşş, foşşşşş” diyerek durdu. Yorgunmuş da sanki soluk alıyordu. İnsanlar koşuştular yolcu vagonuna. Biz de koştuk. Trenin içi dolu, yer yok oturacak. Geçeneklerde bekliyoruz, ayaktayız. Seyrediyorum kalanları. İstasyon şefi kırmızı kasketiyle görünüyor. Üzerinde lacivert giysi, yakasında DDY (Devlet Demir Yolları) yıldızları. Çalımlı görkemli yürüyor. Elinde hareket lambası, bir yanı yeşil, bir yanı kırmızı. Yeşili gösteriyor şef. Tren “düüüüüüt, düt!” diyor. Hareket edeceğini bildiriyor yolculara; önünde yanında duranlara çekilmesini söylüyor… “Foooooş, fışşşşş, hofffff” diyor, döndürüyor tekerlerini… “Fof fof fof fof!” diye kara dumanlar çıkartıyor bacasından. “Çuf küf, çuf küf, vara gele, gide gele taşırım insanları bir şehirden bir şehire!” diyor.

Uçurtmam gerilerde kalıyor.

Dağlar gerilerde kalıyor.

Tren çuf küf, çuf küf ovanın yüzünde koşuyor.

Yemyeşil ovaya karşı ışıldıyor raylar.

Telgraf direkleri bitişiyor.

Irgatlar tarlalarda…

Yenice İstasyonu’nda duruyor tren. İniyoruz. Babam Tarsus’a gidecek. Bana: “Küçüksaat’te bekle” diyor, tarif ediyor yerini. “Tamam” diyorum. Bindiriyor beni otobüse.

Bir solukta varıyoruz Adana’ya. Horozdibek garajında iniyoruz. Dizilmiş otobüsler, kamyonlar, otomobiller. Gelen iniyor, giden biniyor. Kentin içine dağılıyor yolcular.

Küçüksaat’in yoluna giriyorum. Sağıma soluma bakarak yol alıyorum yavaş yavaş. Büyük bir cadde, sağlı solu yüksek binalar var. Her biri bir şey satıyor. Camlı sergenlerinde örnek eşyalar. Onlara bakıyorum, yürüyorum. Caddelerden otomobiller gelip geçiyor, insanlar gelip geçiyor. Hiç köye benzemiyor. Köy küçücük kalıyor. Tozlu yollar, toprak damlı evler yok burada. Bitişik birbirine, bitişik kardeş gibi duruyorlar.

Biraz ilerliyorum. Kuyumcular çarşısıymış bura. Altın dolu sergenlerinde, sarı sarı, çil çil; içeride alışveriş yapanlar var.

Neon lambaları yanan bir yer görüyorum. Üzerinde “Marmara Bar “ yazıyor. Altında kundura dükkanı. Öyle pahalı ki burada kunduralar. Adana zenginleri buradan giyinirmiş. Marmara Bar’a çıkar eğlenirmiş. Kızlar dans edermiş, göbek atarmış. İçkiler çok pahalıymış!

İşte göründü Küçüksaat. Tam babamın dediği yer. O biraz sonra gelecek, bekleyeceğim burada.

Çevresinde dolanıyorum. Noktasında bir trafik polisi, fıçının içinde, gelen giden arabalara yol veriyor.

Çevre dolu. Sanki yapışık yürüyor insanlar.

Kristal Palas, Erciyes Palas otelleri yükseliyor.

Uçurtmam da böyle yükseliyordu. O, köyde kaldı. Onunla birlikte bende yükselirdim. Yükselir yükselir gökten inerdim.

Oteller de öyle yükseliyor. Başını kaldırsan şapkan düşecek. Yollar, caddeler, kalabalık… ilk kez görüyorum. şaşırmıyorum. Dikkatli oluyorum. Seviniyorum kentte olduğuma.

Yüksek binaların önüne dizilmiş boyacılar. Ayakkabı boyuyorlar. Kimi yerde seyyar satıcılar, gömlek şu bu satıyorlar. Kimi “ciklet” diye bağırıyor, kimi “çekirdek” diye… Her biri bir şey satıyor. Kimi “Batan geminin mallarıdır bunlar” diyor. Kimi “Bul karayı al parayı” diyor. Kimi birinin cebine dalıyor, kimi birine çarpıyor. Her şey var burada.

Tam da Hilal Han’ın önündeyim. Burası eski bir yapı. Avlusu çerçilerle dolu. Terzi, berber, nalbant var. Yüksek değil yapısı.

Babam askere giderken gelmiş buraya. Bir lirası varmış cebinde. Eşeğini bağlamış Hilal Han’a. Üç gün kalmış burada. Doktor gelmiş. Askerlik muayenesi olmuş. Yetişmiş parası hem kendine hem eşeğine… şimdi öyle mi ya?

Babamı bekliyorum.

Biraz sonra gelecek.

Gecikti.

Sıkılıyorum.

Uçurtmam havada. Tren yolda, çuf küf, çuf küf! Otobüs har, hur! Otomobiller vızır vızır. Kaynıyor şehir. Seyyar satıcılar, ciklet var! Batan geminin malları bunlar! Çekirdekkkkk! Eğlence!…

Uzun boylu bir adam yaklaşıyor yanıma. Durduruyor beni. Ayağımdaki ayakkabıyı soruyor.

-Nereden aldın?

-Babam Tarsus’tan aldı.

-Benim çocuğun ayakkabısını çalmışlar. Senin ayakkabıya benziyor. Sana satmış olabilirler. Çıkar bakayım!

Yüzüm asılıyor, canım sıkılıyor. Patlıyorum:

-Ne ilgisi var? Ayakkabıyı babam Tarsus’tan aldı bana.

Çıkarmıyorum ayakkabıyı.

Noktadaki trafik polisine bakıyorum.

Adam zorlasa bağıracağım.

Adam, polise bakışımdan mı, yoksa davranışımdan mı etkilendi. Israrcı olmadı.

-Yok canım bir şey demiyorum. Hani sana satmış olabilirler de!

-Ne ilgisi var? Ne diye satsınlar bana? Babam Tarsus’tan aldı diyorum sana.

Yanımdan gelip geçenler vardı.

Aldırmıyorlardı.

Polise doğru yürüdüm.

Adam kayboldu.

Bir daha göremedim onu.

Ayakkabıyı çıkarsam adam alıp gidecek. “Ayakkabı benim, götürme!” diye bağırsam, kimse inanmayacak. Ayak yalın kalacağım ortada.

Uçurtmamın ardından koşamayacağım. Ayaklarıma diken batacak. Topallayacağım. Dalga geçecek köyde herkes benimle.

-Bir ayakkabıya sahip olamadın, hıııı?… Diyecekler!

Uçurtmam! Küçüksaatte uçurabilir miyim ki? Burada uçurtma uçuran da yok. Uçursam elektrik tellerine takılır. Yüksek binaların üstüne düşer!

Uçurtmam! Sinema! Tren! Otobüs!

Otomobiller gelir geçer!

Yolcular gelir geçer!

Durur Küçüksaat, Küçüksaat’te

Hah işte babam geldi. İyi ki geldi. İyice sıkılmıştım. Yüzüm açıldı. Sevindim babamı görünce.

-Ne oldu oğlum? Bir şey mi oldu? dedi.

Söylemedim olanları babama, belki bir daha getirmez diye. Beğenmiştim içimden, çarpıcıya verdiğim yanıtları. Ben de ayakkabı kaptıracak göz yoktu ona!

-Bir şey yok baba, iyi geçti.

-Aferin oğlum, nasıl güzel mi kent?

-Çok güzel baba.

Karnımız acıkmıştı. Babamla lokantaya gittik. Garson gelip yemeklerin adını saydı. Alışık olduğumuz yemeklerden söyledik, getirdi yedik. Artık sinemaya gidip birer bilet almalıydık. Erciyes sineması önüne geldik. Kartelada filmlerin afişleri asılıydı, renk renk, boy boy insanlar vardı afişlerde. Kimi dövüşüyor, kimi sevişiyordu. Baktık iyice.

İnsanlar gişe önünde sıra olmuşlardı. Bilet alıyorlardı. Babam da sıraya girdi, iki bilet aldı.

Saati gelince içeri girmek istedik. Beni almadı buyurcular. Yaşım küçükmüş. Ama biz elli kilometre uzak köyden gelmiştik. Umurunda değildi onların.

Ne yapmalıydık?

Sinemaya girmeden olmazdı.

Ben sinema için gelmiştim.

Uçurtmamı köyde bıraktım.

Babam konuştu onlarla. Müdüriyete götürdüler bizi. Müdür bey dinledi bizi. Baktı bize. “Girsin” diye bir kağıt verdi elimize. Sinemaya gidememe korkusunu attım içimden. Sevindim.

Büyük görkemli bir yapı burası.

İçeri girdik. Buyurcular biletimize bakıp yer gösterdiler. Oturduk. Koltuklar genişti, yumuşaktı. Bizim sert tahta sandalyelere benzemiyordu. Az sonra insan rahatlayıp uyuyabilirdi!

Sinemanın içine bakıyordum. Ne kadar büyüktü. İçine bizim ev gibi dört beş ev sığardı. Karşıda, beyaz perdeyi örten, yumuşak kadifelerden açılır kapanır perde vardı. Az sonra “Gonk” vurdu. Yavaş yavaş açıldı kadife perde. Beyaz perde çıktı ardından. Işıklar söndürüldü. Yazılar geçmeye başladı. Sonra olaylar, olayları anlatan görüntüler… Canlı gibiydiler… Gerçekten seyircilerin üstüne gelir gibiydiler. Kimi zaman derinleşip, genişliyordu. Bir Hitler filmiydi bu… “Nürnberg Mahkemesi”, SS subayları görünüyordu, badem bıyıklı. Heil (Hayl) Hitler! diyorlardı. Silahlar patlıyor, bombalar atılıyordu. Her yerde ateş ve yangın vardı. Avrupa yanıyordu. Saldırıyordu oraya buraya Hitler’in ordusu. Topluyordu Yahudileri “Temerküz Kampları’nda”. “Gaz odalarında” yakıyorlardı. Kaçıyordu Yahudiler.

İşkence kutuları vardı iğneli zımbalı. İçine katıyordu SS subayları Yahudileri. Kapağını kapatıyorlardı. Kutunun ayrıtlarından kanlar fışkırıyordu dışarı. Açıyorlardı kapağı, Yahudi delik deşikti!… Ürkünç, acı şey…

Fırınlar vardı. Fırınlara atıyorlardı insanları. Cızır cızır yanıyordu insanlar; yağları eriyip akıyordu. Soğuk buzlu sularda yüzdürüyorlardı insanları… Ayaklarından bir parça, kolundan bir parça kesiyorlardı insanların. Ne zaman ölecek diye bekliyorlardı saat tutarak…

SS’ler gelip geçiyordu.

Selam duruyorlardı Hitler’e.

Heil (Hayl) Hitler!

Uçurtmam Hitler’in tepesindeydi. Dikilmişti havada. Barış barış diye uçuyordu.

Nurnberg Mahkemesi” yargılıyordu Hitler’i

ABD, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği tarafından Almanya’da kurulmuştu Nurnberg Mahkemesi. Nazi savaş suçlularını yargılıyordu. Suçu ağır olanları idama mahkum ediyordu…

Uçurtmam,

Tren,

Otobüs,

Sinema!

Heil (Hayl) Hitler!

Nürenberg Mahkemesi!

Yakıp yıkıyor Hitler, fırına atıyor Yahudileri.

Cezasız kalmıyor SS’ler.

Perdede oynuyor Hitler ve Yahudiler.

Perdede yazıyor “SON”, yanıyor ışık.

Kadife perde kapanıyor yavaş yavaş.

Çıkıyor insanlar dışarı. Bizde çıkıyoruz. Boşalıyor sinema.

Dağlara karşı durmuşum, bakıyorum karlı dağlara. Karlar eriyordu. Bereketleniyordu Çukurova. Uçurtmam yükseliyordu.

Ve seviniyordum!

*****

Önceki

12 Ekim 2020 Pazartesi Günün Sergileri

Sonraki

13 Ekim 2020 Salı Tiyatro Rehberi

Yorum yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Popüler Yazılar